Çalışmada, mülakat tekniğinin yanı sıra hayat hikayesi tekniğine başvurulmuş, Kinyas Kartal’ın dışında aşiretin bazı diğer ileri gelenleri ile de görüşmeler yapılmıştır. Çalışmanın teorik çerçevesi için ise katılımlı gözlem tekniği kullanılmıştır.
Çalışmanın asıl iskeletini Kinyas Kartal’ın hayatı meydana getirmiş olmasına karşılık bu olgunun daha iyi anlaşılması için yer yer olayların geçtiği zaman ve mekanın sosyo ekonomik koşulları da irdelenmiştir. Bu koşullar konuya teorik bir çerçeve oluşturmuş, deyim yerinde ise Kinyas Kartal’ın yaşamının üstüne kurulduğu (işlendiği) tuvali oluşturmuştur.
Çalışmanın bu gözle okunup değerlendirilmesinde yarar vardır. Esasında bugün Van’da bulunan Bruki aşiretinin asıl bilinen kökleri Diyarbakır’ın Karacadağ bölgesine dayanır. Aşiret bundan yaklaşık 400 yıl önce Karacadağ’da yaşarken bir olay üzerine göç eder. Meşakkatli bir yolculuktan sonra Ağrı dağının eteklerine gelir. Burada iki kola ayrılan Bruki’lerin bir kolu İran’daki Hoy ve Bakü bölgelerine,öbürü de bugünkü Erivan ve çevresine gelip yerleşir. Bu göçün üstünden yaklaşık 300 yıl geçtikten sonra 1920’lerde her iki kol (hem Sovyetler hem de İran Bruki’leri) Türkiye’ye geri döner: Bu günkü Van merkez ve çevre köyleri başta olmak üzere Muradiye-Gürpınar ve çevresine yerleşirler
Göç Dönemi
Kısaca özetlediğimiz bu tarihi süreci ve gelişmeleri önce Kinyas Bey’in ağzından dinleyelim sonra olayların gelişimini ayrıntılarıyla izleyelim.
I- KARACADAĞDAN GÖÇ
Kinyas Bey Rus sınırları içinde kalışlarını şöyle anlatıyor:
“Bizimkiler Tendürek’ten sonra Dil bölgesine gelip yerleşirler. Biz Dil bölgesine geldiğimiz zaman bu bölge İran sınırları içerisinde idi. Bu bölge bilahare Rusların eline geçti. İşte bu sınır değişikliği yüzünden biz Rusya sınırları içinde kaldık”.
Rusya’da, İran’daki Burikiler’de olduğu gibi, göçebe yaşıyorlar. Kışın Aras Nehrinin iki yakasında konaklıyor, yazın Kafkaslardaki Elegez Yaylalarına çıkıyorlar. Karın bittiği noktada konaklıyorlar genellikle. Kar eridikçe yukarılara, doruklara çekiliyor, onlar da karla beraber, karı izleyerek, yukarıya doğru, doruklara doğru çıkıyorlar. Bir nevi kar ile kardeş oluyorlar, ikiz kardeş gibi. kar yukarılara çıktıkça çıkıyor, kar aşağılara inince (kar yağınca) da iniyorlar. Gerçekte göçebenin kaderi biraz kara bağlıdır. Çünkü kendisinin dışında hayvanları vardır. Bütün geçim kaynağı bu hayvanlardır. Onlara bakmak için, yazın yüksek yaylalarda otlatmak, kışın ise hayvanlarını telef ettirmeden bahara çıkarmak bir yaşam tarzı, bir hüner haline geliyor. İşte Brukilerde, Paulo Çello’nun deyimi ile, kişisel ve aşiretsel menkıbelerinin peşine Elegez yaylalarında, Kafkaslardaki bozkırlarda, Makü ve Hoy’daki düzlüklerde düşüyorlar. Sonra bu menkibe 300 yıl sonra onları Van düzünde Pereşit’te, Süphan’da, Gola Kado’da bir araya getiriyor.
Biz Diyarbakır bölgesinden göçtükten sonra benimle o nesil arasında 300 yıl geçmiş. Yani aşağı yukarı 5 nesil. Türkiye’ye 1922’de geldiğimiz zaman ben 22 yaşındaydım. Bugün 86 yaşındayım. birisi öldü 9 çocuğum ve 21 torunum var. Bildiğim yabancı diller arasında Rusça, Fransızca, biraz Almanca, biraz Arapça vardır ve ayrıca aşiretlerde konuşulan Kürtçe’yi de bilmekteyim.”
Rus ihtilali genç Kinyas askeri lisedeyken olur.( Ekim 1917 )Bu yıllarda ailesinin yanına dönmek ister, fakat bu mümkün olmaz.“ Rus ihtilali benim askeri liseyi bitirdiğim yıl başladı. O yıllarda Azerbaycan’da bağımsız bir Türk devleti vardı. Ben Bakü’de Harp Okulunu bitirip bir yıl teğmenlik yaptıktan sonra Ruslar Azerbaycan’ı istila ettiler. Bana da “Kızıl Generaller Kursuna” katılmam teklif edildi. Fakat gitmedim. Bu yıllarda Kiev’den Erivan’a dönmek istedim. Çünkü ailem Erivan’da idi. Şüphesiz böyle bir durumda ailem de beni yanında isterdi. Şartlar bana bu imkanı vermedi. Azerbaycan’ın Bakü şehrinde Harp okuluna gitmiştim. Buradaki tahsilim 2 yıl sürdü. 2 yıl sonra harp okulu mezunu olmuştum. Mezuniyetten sonra bir süre Bakü’de kaldım. Sovyet Ordusu İran’a giderken ben de kendi ordumla beraber İran’a geçtim. Kazbin bölgesinde bir süre kaldım. Bilahare Sovyet Genel Kurmay Başkanlığına müracaat ederek Erivan şehrinin Nahçıvan bölgesi askeri komiserliğine atanma talebinde bulundum ve orada göreve başladım.”
Kinyas Bey Nahçıvan’da görevli iken Rüştü Paşa komutasındaki Osmanlı 9.Kafkas Tümeni’nin Erivan’da olduğunu öğrenir. Babası Rüştü Paşa’nın kuvvetlerinin safında çarpışmaktadır. Tümen komutanı Rüştü Paşa’nın aşiretlerle özellikle de Bruki’lerle çok sağlam bir dayanışması vardır. Babasının komutasında bölgeyi çok iyi bilen, bölge şartlarına uyumlu, iyi binici ve iyi atıcı kimselerden oluşmuş 400 kişilik bir kuvvet vardır.
Nitekim 9.Kafkas fırkası kumandanı Rüştü Paşanın verdiği taktir vesikası bunu belgeliyor. Daha sonra Kinyas Bey bu takdirnameyi 11 Aralık 1962 tarihinde Ankara Yedinci noterinde tasdik ettiriyor. Hangi amaçla bunu yaptığını bilmiyoruz ama böyle bir belge çıkarmaya ihtiyaç duymuş. Ekte bir sureti verilmiş olan belge aynen şöyle:
“ Bruki aşiret reisi Bedri Bey, aşiret efradından cemi eylediği dört yüz kadar atlı ile daima hudutta askerlerle birlikte ileri karagolda müştereken nöbet devriye ve keşif hidametinde bulunduğu ve evelce bu mıntıkadaki harekette dahi cesareti görüldüğü kıtat zabitan ile kamerlu mevki kumandanlığının verdikleri vesikalardan anlaşılmağle iş bu takdirname ita kılındı 9.11.334.” 9.Kafkas fırkası kumandanı Rüştü.
9.Kafkas Tümeni oradayken genç Kinyas Erivan’a gelir. Babası onu Rüştü Paşa’ya götürüp tanıştırır. Üç gün sonra da babası şehit olur. Fırka da çekilir. Fırka çekildikten sonra Türkiye’ye dönmek ihtiyacı gündeme gelir.
Kinyas Bey’in babasının ölümü aşağıdaki belgede şöyle anlatılmaktadır.
Van vilayeti Celiliyesine “Bruki aşireti 334 ve 336 senelerinde aşiret ile beraber hükümetin gendusine tevdi eylediği vazife ifaye şitap eylemiştir. müstedi kinyasın pederi mücadelede şehit olmuş ve nadir bey mahdumu aşairin sah muhafız evladim her ikisi de aşiretleri ile birlikte maruz tarihlerde ığdır civarında cidal milliyeye iştirak etmiş efendiler4-17/7/40 518 numruludur.”
Aşiret Fırka 8 K.miralay Süleyman Sabri Burikiler yaşadıkları bölgenin jeopolitik konumları gereği asker bir aşiret olmuşlardır. Nitekim bedir Bey’in resmi olmayan 400 kişilik kuvvetinden önce babası Fethi Bey bir alayı yönetmiştir. Bu alay Hamidiye alayları örnek alınarak kurulmuş bir alaydır. Böylece o dönemlerde askeri tarzın aşirette yaşama biçimi olarak bir gelenek halini aldığı görülüyor. Bu gelişmeleri Kinyas Bey’in ağzından dinleyelim. “ Bu çatışmalardan önce dedem Fethi Bey’in komutasında bir aşiret alayı vardı”. Bunu anlamak için padişahlık devrini aşiretlerle padişahlık ilişkilerini iyi bilmek lazım, özellikle de Abdulhamit Dönemini.
Çünkü Hamidiye alayları onun devrinde kurulmuştur.Bir tarihi sonuç olarak aşiretlerde ciddi bir padişahlık sevgisi vardı. Padişahlar daima bir aşiret politikasına sahip olmuşlardır. Araplar bile İsrail gerçeği karşısında Abdulhamit’i daha yeni anlayabildiler. “ Padişahlık dönemi yönetimi aşiretlere o zaman coğrafi, siyasi ve ekonomik şartların bir sonucu olarak bazı rahatlıklar getirmişti. Bunu açıklarken o dönemin özlemini duyuyorum anlamına gelmesin. Hamidiye alayları Türk askeri tarihinde bir gerçektir. Alaylar bu millete hizmet vermiştir. Ruslar da Türkleri örnek alıp iki alay da onlar kurdular. Birine benim dedem Fethi Bey Komutanlık yaptı. Diğerini de Zilan aşiretlerinden Güneş ailesine kurdurmuşlardı” diyor Kinyas Bey.
“ Dedem Fethi Bey’in komutanlık yaptığı bizim Bruki aşiretinin meydana getirdiği süvari alayı 93 harbinde Ruslarla beraber iştirak etmek zorunda kalıyor. Aşiret büyükleri aralarında karar alıyorlar ve dedem Fethi Bey askerlerine emir veriyor savaş alanında Ruslara karşı çarpışacaklar diye. Durumu anlayan Rus yönetimi dedem Fethi Bey’i ortadan kaldırmak için Doğubeyazıt’taki komutana verilmek üzere onunla bir zarf gönderiyor. Yaptıkları plana göre dedem zarfı verdikten sonra aşiretinin dışında bir bölgede öldürülmüş olacaktı. Durumu anlayan dedem canını kurtarmayı beceriyor. Daha sonra da aşiret alayımız Türk kuvvetleriyle birleşiyor. Bunları daha sonra bana amcam anlatmıştı.”
Kinyas Kartal Rusya’daki yaşamlarını, değer yapılarını ve özellikle talebelik yıllarındaki bu ilişkileri ( belleğinde kaldığı kadarıyla ) şöyle anlatıyor.
“ Bizim Erivan’da kendimize has gelenek, göreneklerimiz vardı. Töremiz vardı. Bunlara göre yaşardık. Giyim kuşamda, sosyal yaşamdan, yaşama biçiminden dini değerlere kadar her şeyimiz farklıydı. Müslüman toplumun gereklerine göre yetiştirildik.
Babam beni askeri liseye yazdırdığı zaman çarlık dönemi idi. Okulun direktörü ile bir görüşme yapmıştı. Bizim Müslüman olduğumuzu, bana domuz eti yedirmemelerini söylemişti. Direktörümüzün emri ile domuz eti yedirmemeleri söylenmişti. Domuz pişirildiği zaman bana ayrı masa açılırdı. Ben yemekhaneye girince gözlerimle özel masamı araştırırdım, görmeyince o gün domuz eti olmadığını anlayıp arkadaşlarımla yemeği yerdim. Bir gün domuz eti pişirilmişti, bana da ayrı masa ayrılmamıştı. Direktör içeri girip benim yemek yemeyip bir kenara oturduğumu görünce anladı. Bunun üzerine personelden 80-90 kişinin işine son verip yerine yenilerini aldılar. Çarlık Rusya koyu Ortodoks bir yönetim idi. Dine önem verir bu konudaki müesseseleri sağlamdı.
Bazen de arkadaşlarım beni kızdırmak için hakaret anlamında ‘Tatarin’ derlerdi. Bu onların Tatarlara karşı olan duygularını açığa vuruyordu. Ben de onlara emsali kelimelerle mukabele ederdim. Bazen de dini değerlerimi hedef alan sözler söylerlerdi. Bu yüzden bir kez bir talebe arkadaşımı dövüp iki dişini kırdım. Disipline verildim. Savunmamı yaptım. Durum aydınlığa kavuşunca da hakkımda herhangi bir işlem yapılmadı. Üstelik bana ve dini değerlerime saygısızlıktan dolayı öğrenci azarlandı.”
Kinyas Kartal bütün görüşmelerinde, verdiği mülakatlarda müslümanlığa özel bir vurgu yapıyor, Ruslarla birlik olmadığını söyleme ihtiyacını hissediyor, özelliklede Ermeniler’le olan çatışmalarını ön plana çıkarıyor. Burada göçle gelen ilk kuşak olmasının yanı sıra almış olduğu büyük sorumluluğun payı yadsınamaz bir gerçek gibi görünüyor.
Rusya’daki yıllarda özellikle Ermenilerle olan çatışmalar anlatımlarda baş listeyi almaktadır. Güneyde Osmanlıların Enver Paşa komutasındaki Kafkas cephesi kuvvetleri etrafında Ermenilerle çatışmalar var. Bu çatışmalar Türkiye’ye gelinceye kadar sürüp gider.“ Rusya’daki yaşamımız boyunca birçok güçlük ve çatışmayla karşılaştık. Birçoğunun ortasında kaldık. Kafkas cephesi, Ermenilerle olan çatışmalar 93 harbi bunlardan bir kaçıdır. Bunlarla ilgili birkaç anımı anlatayım:
Öğrenci olduğum yıllarda paskalya münasebetiyle köydeki evimize gelmiştim.. o yıllarda ordularımız Sarıkamış’ta “ General Kışa “ yenilmişti.
Enver Paşa hareketinden sonra askerlerimiz donmuş. Silahları yerde kalmıştı. Bölge halkı bu silahları topluyor aşiretlere satıyordu. Bu silahlardan 6 at yükü tüfekte bizim aşirete getirilmişti. Rahmetli babam köylüler adına pazarlık yaparak satın alıyordu. Babamın amcasının oğlu Mehmet Bey de babamın yanında idi. Mehmet Bey bir silah seçti ve babama “bunu size alalım.” dedi. Silahın dipçiğinde kan izi vardı. ‘Mehmet’ dedi babam ‘bu silahta ecdat kanı vardır. Benim içim bu silahı kullanmaya elvermez. Allah’tan dileğimdir. Askerler buraya kadar gelsin onların safında dövüşüp şehit olayım’ Allah babamın duasını kabul etti. 9. Kafkas Fıkrasında dövüşürken babam Ermeni kurşunuyla şehit oldu.
Söz Enver Paşadan açılmışken, onunla ilgili bir anımı anlatayım. Onunla karşılaştığım zaman ben Harp Okulu öğrencisiydim. Bakü’deki Büyük Tiyatrodan Kuran-ı Kerim aleyhinde bir konuşma oldu. Enver Paşa bu toplantıdaydı. Söz aldı ve Kuran-ı Kerimi güzel bir üslupla müdafaa etti. Daha sonra ben birkaç arkadaşımla Enver Paşa’nın yanına gittik. “Paşam, bize bir hatıra olarak kartvizitinizi verirmisiniz.” diye sorduk. Bir küçük kağıt parçasına adını ve adresini yazdı, bize verdi. Onu uzun zaman saklamıştım sonra kaybettim.
Biz Kafkasya’daki Aşiretler Kafkas cephesinde Enver Paşa’ya çok yardım ettik. Birçok kişi hayatını onun yolunda gözünü kırpmadan verdi. Fakat harbin sonucu maalesef müspet olmadı. Açlık , yokluk ve birde kış eklendi. Ecdat milli çıkarlar için atların tersindeki arpaları çok yemiştir. Ruslarla çarpışan askerlerimiz buğday kavurması ( kavurga) ile karınlarını doyuruyordu.
Babam ecdat kanı ile onurlanmış silahı Kafkas cephesinde kullanıp henüz şehit olmadan bu silahla ilgili bir anımı hatırlıyorum. O ilkbahar çadırlarımızda 5 erkek 1 kız kardeş oturuyorduk. Kahvaltıdan henüz kalkmıştık. Babam da aramızdaydı. 1-2 km ötede sığırlarımız yayılmıştı. Sonra birilerinin bunları kovaladığını gördük. Babam benden silahını istedi. Silahı getirdim. Bir iki el ateş etti ve dereye doğru indi. Ancak dereye inince bunun bir Ermeni pususu olduğunu anladık. Ermeniler tuzak kurmuş. Azerileri de bu dereye çekmişti. Aşiretimizden bir anda dereye 1000-1500 süvari indi. Çetin bir çatışma oldu. Azerilerin ve bizim sürülerimizi kurtarmıştık. Dostluklar yenilendi. Babam bu silaha, bu çatışmada veda etti. Bundan sonra çaplı aldı ve onu kullandı.
Rusya’da iki tür Ermeni vardı. Başlangıçtan beri bizim komşumuz olan Ermenilerin yanı sıra birde Osmanlı İmparatorluğunu terk edip gelenler vardı. Bunlara ‘kahdogom’ deniliyordu. Bütün huzursuzluğu bunlar yarattı. Bütün işleri güçleri çetecilikti. Bu çetelerin birisi bir gün ( 1918 ) bizim aşiretin köylerinden Zeve’ye geldi. Kadın çoluk çocuk ne varsa hepsini katlettiler. Evleri ve tarlaları yaktılar. Bizim aşiretin yaşlılarından Kafkasya’da Zeve’de Ermeniler’in yaptığını bilmeyen yoktur. Bu acı hatıranın acıları hala vardır.
Ermeniler’in bize yaptığı asıl büyük mezalim İran’dan geçerken yol boyunca oldu. Göç kervanına hiç beklenmedik anda saldırıyor, sürülerimizi mahvediyor ya da götürüyorlardı.
Bu arda hızla rejim değişikliği olur. Birçok cephede karşı saldırılar meydana gelir. İç çatışmalar başlar. Kafkasya’nın kuzeyinde Kazaklar isyan eder. Yeni rejim ve düzene uyum sağlamak hayli güç ve zordur. Bu arada intibak sağlamayan, yeni rejimi benimsemeyenler çeşitli yollardan Sovyetleri terk etmektedir. Yeni iktidar çeşitli cephelerde savaşmakta olan askerlerini geri çekip içerideki meseleleri halletmeye çalışır.
Bu gelişmeler üzerine 9.Kafkas Tümeni de Erivan’dan geri çekilir. Denge Ruslardan destek gören Ermenilerin lehine döner. Bedir Bey’in şehit olmasından sonra aşiret İran’da bir yıl daha kalır. Sonra geri dönüş kararlaştırılır.
İran’da kalınan yılı takip eden yılda tekrar asıl topraklara, Türkiye’ye dönülür. Ancak aşiretin hepsi geri dönmez. Bir kısmı kalmaya devam eder. Halen de orada yaşamaktadırlar. Gelenler çeşitli kollardan hudutları aşarak bin bir güçlük ve belayı defederek Kars’a ulaşır (1920). Kars’tan sonra yola devam ederek Van’a gelirler. Bu arada bir kısım akraba ve aşiret mensubu Kars’ta kalmayı tercih eder ve oraya yerleşir. 400 yıl önce Karacadağ’dan Kafkaslara olan göç bu sefer Kafkaslardan Van’a doğru aynı güçlük ve zorluklarla devam eder. Göç epey zaman devam eder. Nitekim gelenlerin bir kısmı yeni duruma intibak etmezler ve geri dönerler. Geri dönenlerin başında özellikle Canik ve etrafına yerleşenler gelir. Bugün hala bu ailelerin ardılları Rusya, Kazakistan, Nahçivan sınırları içerisinde yaşamaktadır.
“ 1920-1923 yılları arasında Van bölgesine olan ilticamız devam etti. Van ve ilçelerine bağlı köylere ( Van merkez-merkez köyleri,Muradiye köyleri, Gürpınar, Özalp ve köylerine ) yerleştiğimiz zaman 5000 aile kadar vardık. Şüphesiz hükümetten sıcak ilgi gördük. Buna rağmen yerleşmedeki geçiş döneminde bir hayli sıkıntılar geçirdik. 5000 civarındaki hane yaşlısı, hastası, çoluğu çocuğu ile yeniden yerleşmeye çalışıyorduk. Ermenilerden çektiklerimiz adeta unutulmuştu. Biz millet olarak zaten kindar değiliz. Ama hiç olmazsa yakın geçmişin olaylarını çocuklarımıza anlatmalı ve onlarda tarih şuurunu yaratmalıyız.”
Şimdi ise aşiretimiz 400-500 bin kişilik nüfusa sahiptir. Bunların her biri bir başka aileye gelin verdi ve gelin aldı. Hısım-akrabalarıyla Türkiye’nin çeşitli illerine dağıldı. İstedikleri yerlere gidip yerleştiler.
IV-TÜRKİYE’DEKİ GELİŞMELER VE YENİ DURUM
Bu gelişmeler olurken İran’da bulunan Buriki’lerin diğer kolu da yavaş yavaş Türkiye’ye gelmiş, Muradiye’nin etrafındaki köylere yerleşmekteydiler. Ancak 1926 ve sonrasında yukarıda kısaca izah ettiğimiz nedenlerle idareyle, ihtilafa düşmüş tekrar İran’a dönmüşlerdir.
Bu gidiş ve gelişler çok çeşitli ve sıkça olmuştur. Nihayet işler rayına girip adaptasyon sağlandıktan sonra 1930’da Van’da bulunan Vali Paşa vasıtası ile İran’a giden aşiretler ve dolayısıyla Brukiler’in İran kolu geri çağrılmıştır. Çünkü daha önce bölgede yaşayan Ermeniler yaşanan olaylar sonucu tehcire tabi tutulmuş (1915) bölge adeta insansızlaştırılmıştır. Bu boşalan yerlere yerleşmeleri için İran başta olmak üzere yakın yerlerdeki aşiretlerin gelip yerleşmeleri adeta teşvik edilmiştir. Böylece geri dönen İran Brukiler’i Muradiye’nin Beydağı (Ut) ,Yumaklı (Anzaf), Uluşar (Korsot), Topuzarpa (Anguzek), Yalındüz (Simtatos), Özalpın Azikara Köylerine yerleşmişler. Daha doğrusu boşaltılmış olan bu köyleri yeniden kurmuşlar. Bu köyler Ermenilerin göç etmesi sonucu boş bulunmaktaydı. Ayrıca 5-10 aile halinde başka köylere gidip yerleşenler de olmuştu. Bunlarda genellikle bu saydığımız köylere yakın olanlardır. Kafkasya’dakiler gibi İran’da kalıp yaşamını orda sürdürenlerde olmuştur. Aralarında akraba ziyaretleri yakın tarihlere kadar sürmekte olan aşiret mensupları sınırlardaki güvenliğin arttırılması, İran-Irak savaşı nedeniyle azalmıştır.
Çok az sayıda gitmeye çalışanlarda günümüzde pasaport kullanarak bu ziyaretlerini gerçekleştirmektedirler. Böylece Karacadağ’dan başlayan Ağrı Dağının eteklerinde ikiye ayrılıp iki koldan Kafkasya’ya ve İran’ın Makü ve Hoy bölgelerine doğru uzanan Bruki aşiretlerinin bu iki kolu 300 yıl sonra Van sınırları içinde tekrar bir araya gelmiştir. Daha artmış bir nüfus ve zenginleşmiş ekonomik bir yapıyla bir araya gelen bu aşiret böylece bölgedeki diğer aşiretler karşısında başat bir güce sahip olmuştur.
Bruki’ler diğer aşiretlere göre daha farklı bir yapıya sahip oldukları gibi kendi içlerinde de farklılık göstermektedirler. Bu farklılık sosyo-ekonomik koşullarda olduğu gibi giyim, kuşam, gelenek ve göreneklerde de kendini gösterir. Bunun başlıca nedeni aşiretin tarihi serüvenidir. Ufak farklılıkları bir tarafa bırakarak genel bir gözlem yaptığımızda şunları görürüz.
Buriki aşireti göçebe ve yarı göçebe kabilelerden oluşmaktadır. Ancak bu kabileler zamanla giderek yerleşik hayata geçmiştir. Tam göçebelik tamamıyla son bulmuş ama yarı göçebelik yer yer sürmektedir. Göçebelikten yerleşik hayata geçişte şehirlerin büyüyüp gelişmesinin ve yeni iş olanaklarının rolü büyük olmuştur. Bu sebeple şehre yakınlık derecesine göre yerleşik hayata geçiş artmıştır. Başka bir deyişle şehre uzaklık derecesiyle yerleşik hayata geçiş arasında bir korelasyon vardır. Şehre yakın olanlar daha hızlı yerleşmişler. Şehrin büyüklüğü, kapasitesi ve olanakları da yerleşikliği etkilemiştir. Halen Van’a bağlı köylerdeki Bruki’ler, hayvancılık yapıyor olsalar bile, yerleşik düzene geçmiş olmalarına rağmen, aynı koşullardaki Muardiye Bruki’leri yarı göçebeliklerini sürdürmektedir. Kışı düzdeki köylerinde geçiren Bruki’ler yazın dağlara doğru yaylalara göçmekte ve yazı orada geçirmektedirler. Yaylada kalma süresi mevsim koşullarına ve hayvanların barınma ve beslenme durumuna göre değişir.
Ayrıca Muradiye bölgesindeki Bruki’lerin halen yarı göçebeliği sürdürmelerinde rol oynayan başka (önemli ) bir faktör de İran’daki yaşamlarının da bu yaşam tarzının önemli bir benzerlik arz etmiş olmasıdır.
Aşiret tarafından saklanan hayvanlar, küçük ve büyük baş olmak üzere ikiye ayrılır. Küçükbaş hayvanlar çokluk sırasına göre toklu-koyun-sığır- koyun- koç ve keçiden oluşmaktadır. Büyükbaş hayvanlar sayı olarak küçükbaştan az olup inek, öküz, manda, camız, at, eşekten oluşur. Bunlar sürüler halinde bir arada tutulur. Bir koyun sürüsü en az 300- en çok 600 koyundan oluşur. Her sürüye en az 2- en çok 4 çoban ve silahlı koruyucular refakat eder.
Sürüler genellikle 8. ve 9. aylarda satılır. Daha önceleri daha yüksek fiyattan pazarlamak için İran’a götürülen sürüler sınırların sık denetimi sonucu günümüzde G. Antep’in iç ve dış pazarlarında satılmaktadır. Koyun satışlarından elde edilen paralarla yeni sürüler alınmakta bu sürüler gelecek sezondaki satışlara hazırlanmakta ve bu döngü böyle sürüp gitmektedir.
Aşiretin geçim kaynaklarından bir başkası da çiftçiliktir. Verimsiz ve geniş araziler üzerinde yakın geçmişe kadar ilkel metotlarla yapılan tarım herkesin kendi iç tüketimine yönelikti. Fakat günümüzde makineleşme ve toprak ıslahı yeni gübreleme sistemleri verimi artırmakta, tarım yapılan alanların sayısı da çoğalmaktadır. Bu durum yerleşik yapıya geçmeyi teşvik etmekte ve hızlandırmaktadır. Kafkasya’dan gelen Bruki’ler İran Buriki’lerine nazaran daha geniş araziler üzerinde daha etkin bir tarım yapmaktadırlar.Bunun üç temel nedeni var :
Şehre göçün ve yerleşmenin diğer bir etkin yolu da okuma düzeyi ile ilgilidir. Öğrenim gören aşiret gençlerinin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Okuyanlar lise veya üniversiteyi bitirdikten sonra ya serbest çalışmakta ya da devlet dairelerinde yer almaktadırlar. Böylelikle tamamıyla şehre yerleşmektedirler. Ayrıca şehre yerleşenler yakın çevrelerini ya doğrudan yanına almakta ya da dolaylı olarak örnek olmak yoluyla şehre gelmeleri konusunda onları etkilemektedir.
Aşiret kendine has gelenek, görenekleri, düğünleri, oyunları ve yaşama biçimiyle de değişik bir sosyal ve kültürel yapı gösterir. Ancak bu gelenekçi yapı gün geçtikçe çözülmekte yerini yeni toplumun yaratmış olduğu değerlere bırakmaktadır. Bunda hiç kuşkusuz yeni alt yapıların inşası (köyün yolu-suyu elektriği) nin yanı sıra artık köylere de televizyonun girmesinin, PTT hizmetlerinin oluşturulmasının büyük ve belirleyici rolü vardır. Kitle ulaşım ve iletişim araçları geliştikçe, şehirler modernleştikçe, sanayileşme arttıkça, eğitim ve öğretim düzeyi yükseldikçe aşiretçi yapı parçalanmakta, geleneksel yapılar terk edilmektedir. Bu gelişme ve değişmenin etkisi oranında eski değerler yerini modern toplumun yeni değer ve kurumlarına bırakmaktadır. Bu kurumlar böylece fonksiyonel bir biçimde hem birbirinin gelişim ve değişimini hem de kendi dışındaki kurum ve kuruluşların değişimine sebep olmaktadır.
Kafkasya ve İran’dan dönüp Van’da birleşerek bir birlik meydana getiren, ayrıca kendi aralarında da Mamevirni, Kırmızki, Hecimki, Pirki, Kerki, Şerki, Mamka, Beşka, Kaska, Şavalika Ve Kulika gibi kollara ve kabilelere ayrılan, Buriki aşireti böyle bir sosyo-ekonomik ve kültürel konjöktür üzerinde yer almakta, yaşamlarını bu şartlarda sürdürmektedir.
Hiç kuşkusuz Kinyas Kartal’da eskiden var olagelen böyle bir sosyal organizasyonun sonucudur. Başka bir deyişle bu toplumsal yapı aşiret reisliği diye bir müesseseye (kuruma) sahiptir. Bu kurum Türkiye’ye dönüşten sonra kinyas Kartal’ın şahsında somutlaşmış ve onun eline geçmiştir.
Aşiret göç etmeden önce ileri gelenleri (Glave) toplanıp karar alır. Bu arada Kinyas’ın durumu da tartışılır. Bir yandan Türkiye’ye gelecek 5000 aile öbür yandan genç Kinyas’ın durumu vardır. Kinyas ailesinin okuyan (üstelik askeri harp okulunda okuyan) tek kişisi olarak hem aile hem de aşiret için büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle Rusya’da bırakmak istemezler. Ama sonuçta gelecek 5000 ailenin durumu ağır basar ve göç başlar. Genç Kinyas ise Sovyetler Birliğinin Bakü kentinde kalmıştır. Uzunca bir süre ailesinden haber alamaz. Merak eder. Ancak bir türlü ulaşamaz. Çünkü Sovyet Devrimi daha yenidir ve devrimin inşası, yerleştirilmesi son hızla devam etmektedir. Bir yandan devrimin lideri Lenin’in önderliğinde bu işler yapılırken öte tarafta iç isyanlar bastırılmakta, Kazaklar ayaklanmakta, muhalifler düzene uydurulmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle her tarafta bir korku, bir tedirginlik ve bir belirsizlik hakimdir. İşte bu ortamda Rus Harbiye’si sayılan bir okulu yeni bitirmiş olan Genç Kinyas, kendi deyimiyle “Kızıl Generaller Kursu” na gitmeyi geri çevirmiş, merak ve endişe içinde ailesine ulaşmaya çalışır. Ama bunu başaramaz. Bu yüzdende kendisi gitmeye, daha doğrusu kaçmaya karar verir. Ancak bir engel vardır: Leyla ya da aşiretin deyişiyle Leylo.
Leylo Kinyas Beyin sevdiği kızdır. Genç kız da uzun boylu yakışıklı Kinyas’a tutkundur. Kaçmaya karar verdiğinde bir ikilem içinde kalır genç Kinyas. Ne eli Leylo’dan olur ne de Rusya’da kalmak ister. Kararını Leyla’ya açar. Genç kız şaşırır, panikler, üzülür çok düşünür. Ama sonuçta Kinyas’sız yapamayacağını anlar onunla birlikte kaçmaya karar verir. Hem de her türlü riski göze alarak. Ancak Leylo’nun da bir handikapı var: Ailesi. Sonuçta subay olan babasına haber vermez. Annesine kararını ve derdini açar. Annesi Leyla’yı vazgeçirmeye çalışır, ama nafile. Genç kız kararlıdır. Kendisini kararından vazgeçiremeyeceğini anlayan annesi bunun üzerine kendisine biraz para (ve altın) verir, yolluk hazırlar. Ana kız bir daha birbirlerini görmemek üzere vedalaşırlar. Leylo, Kinyas’ın aşkı uğruna dönüşü olmayan yollara koyulur. Böylece Kinyas bir subay kızı olan Leylo ile beraber gizliden Bakü’ye gelir. Aileden kimseyi bulamayınca şaşırır. Çok iyi Rusça bildiğinden kendisini Kinyas olarak tanıtmaz. Nihayet aşiretten geri kalan ve orada bulunan bir aile ile temas kurar ve aşiretin Türkiye’ye göç ettiğini öğrenir. Bunun üzerine O da dönmeye karar verir. Karşı ısrarlara rağmen Leylo’da bu karara katılır. Karara katılmanın ötesinde kendisi ile birlikte gelmek istediğini ve bu konuda kararlı olduğunu belirtir. Nihayet yola çıkma kararı alınır. İki at bulunduktan sonra gerekli giyecek ve yiyecekler temin edilir ve yolculuk (Sovyet’lerden kaçış) gece başlar. Atlarla süren yolculuk koşulların elverişsizliğinden dolayı yaya olarak devam eder. Sınırdaki bozskır, Araz nehri, bataklıklar ve sarp dağların aşılması hayli zaman alır ve çok güç olur. Yol arkadaşının kadın olması işi daha da güçleştirir. Kaçış yolculuğu günlerce sürer ve nihayet Kars’a oradan da Iğdır’a gelirler. Iğdır’a geldikten sonra Kinyas bazı kişilerce ihbar edilir ve Türk Yetkilileri tarafından tutuklanır. Bu Kinyas Bey’in Türkiye’deki ilk tutuklanmasıdır. Ancak daha sonra serbest bırakılır.
Araştırmacı;Doç.Dr.Ahmet ÖZER Özgün Hikaye;Kasım GÜLTEKİN